30 Ara 2010

Talihsiz Serüvenler Dizisi-2

   Geçtiğimiz haftalarda "Labor Market" adlı dersimizin vizesi vardı. Sınav öncesi inanılmaz çalıştık ve Allah sizi inandırsın her şeyi biliyoruz yani yüz alabiliriz en olmadı 90 falan. Sonra sınav vakti geldi çattı, kağıtlar dağıtıldı. Asistan "Arkadaşlar sınav kağıdını ters tutun, aynı anda başlayacağız" diye viyakladı ama dinleyen kim, şöyle bir göz gezdirdim ve beynimden vurulmuşa döndüm. Birincisi; "Rorum Novarum" un tarihi diğeri de 1963'te çıkan 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt kanunuydu. İkisini de bilmiyorum lan! Hemen arkamdaki canım ciğerim arkadaşıma "Rorum Novarum ne zaman la?" diye sordum ve "galiba 1891" yanıtını aldım. Sınavın ilerleyen saatlerinde ise "1391" yazarak 100 kişiden fazla sınıftaki en fantastik cevaba imza attım. 275 no'lu yasa yalan oldu zaten. Her neyse, sınavdan önce hocanın 60'ın altında alanlara telafi sınavı vereceğini öğrenmiştim o yüzden sınavda "bi kaç soruyu sileyim de 60'ın altında alayım lan" diye fantastik düşünceleri ciddi ciddi düşünmeye başladım. Düşünüyorum ciddi ciddi çünkü diğer soruları tam yaptım ama 70 falan alamam, AA'lık bu ders ! Ama sonra vazgeçtim, hiç bir şey silmedim ve sağdan soldan duyduklarımla diğer soruları da uydurdum.
    Geçen cuma sınavlar açıklandı. Hocamız "hulucum?" dedi, ayağa kalktım ve "60 aldın yavrum" cevabını aldım.
Karışık duygular hissetim. "1391" dediklerinde de herkes güldü -gerçi ben de gülmüştüm baya.

29 Ara 2010

2010'un En İyi Albümü


1. Aealo 03:40 
2. Eon Aenaos 03:57 
3. Demonon Vrosis 04:56 
4. Noctis Era 04:49 
5. dub-sag-ta-ke 02:57 
6. Fire Death and Fear 04:34 
7. Nekron lahes... 01:08 
8. ...Pir Threontai 04:48 
9. Thou Art Lord 04:51 
10. Santa Muerte 05:28 
11. Orders From the Dead (Diamanda Galas cover) 08:57

Bana göre 2010'un en iyi albümü Yunan grup Rotting Christ'ın şubat ayında çıkardığı AEOLO albümüdür. (Tabi sorsanız "kaç tane 2010 albümü dinledin lan" diye, hak veririm size ama öyle yani )
Antik Yunan konseptiyle, yöresel çalgılarıyla, dandik ama sırıtmayan riffleriyle, mükemmel vokal ve sololarıyla ve RC'nin her zaman olduğu gibi harika şarkı sözleriyle beni benden alan bir albüm. Zor yani benim öyle bir albümü aylarca bıkmadan usanmadan dinlemem, o yüzden en iyisi diyorum ya zaten. 




Soldiers be prepared, prepared! 
Fight for our cause 
Embattle cruel to waste your soul, 
Our cause is heaven's cause 
Soldiers be prepared, prepared! 
Die for an absurd law 
Sharp your arm that sharp your heart, 
Be worth of our cause

Özet Gibi

  Neresinden başlayayım ki hikayenin. Dürüst olmak gerekirse en başını hatırlamıyorum, neticede bu bir süreçti; bir gün temeli atıldı, sonra üstüne tuğlalar kondu, hergün bir şeyler koydum bir şeyler yaptım ve sonunda benim duvarım da ortaya çıktı. Ama anlatmak istediğim bu değil. Zamanla duvarım yaşlandı, dayanamaz hale geldi. Çünkü sürekli bir şeylere dayanmak zorunda kalıyordu, bir şeyleri engelliyordu. Delikleri kapatmaya çalıştım, bir derken iki derken on oldu yirmi oldu e kaç tane elim var hangi birini kapatayım. Sonra kenara çekildim. Pes ettim ve duvarımın yıkılışını izledim. Onca yıl ördüğüm duvar yıkılıp gitti, her birinin üstünde farklı anılar olan onlarca tuğla akıntıya kapılıp gittiler. Üzüldüm mü? Eh, ama pek değil yani sonuçta demek ki yanlış örmüşüm onca şeyi, temelini sağlam atmamışım, kalitesiz mal kullanmışım. "Sonuçlara da katlanalım" dedim. Ama iyi haber; yeni bir duvar örmeliydim. Ve başladım. Bu sefer daha akıllıyım, her şeyi ölçüp biçiyorum, kaliteli mal kullanıyorum kısacası hatalarımdan ders alıyorum. İnanıyorum ki bu sefer ortaya çok daha sağlam, çok daha kaliteli güzel bir şey çıkacak ortaya, her türlü musibete de dayanabilecek. 
İşte 2010 ve 2011'in özeti bu.

12 Ara 2010

Hakkaten hee !


Kaynak: aha

Kar vs Yağmur

  * Karda yürümek zevklidir; gark gurk, çatırt, çatırrrrtt diye sesler çıkarır.
  * Yağmurda yürümek berbattır. Anca şap şap diye ses çıkar, her yerin batar.
  
  * Kar yağdıktan sonra yerler kar olur.
  * Yağmur yağdıktan sonra yerler çamur olur, sel olur.
  
  * Pencereden kar yağışı izlemek çok hoştur, tipi çıksa bile izlemeye devam edilir.
  * Yağmuru izlemek de hoştur ama ya fırtına çıkarsa? Di mi !
  
  * Kar topu oynarsın.
  * Yağmur topu oynamazsın.

  * Kardan adam yaparsın.
  * Yağmur adam..hımpfs... anca izlersin.
  
  * Paçaları botun içine soktun mu istediğin kadar karda oyna bi şeycik olmaz.
  * Yağmurda istersen kafanı botun içine sok yine ıslanır, üşütürsün. Hasta olursun.

  * Kar yağınca her yer bembeyaz olur, ağaçlar falan.
  * Yağmur yağınca hiçbir şey olmaz, ağaçlar falan.
  
  * Yağmurda şemsiyen varsa anca o zaman romantik bir ortam oluşturabilirsin.
  * Karda herhangi bir şeye ihtiyacın yoktur; bir iki kar topu atarsın şakacıktan sonra karlara yatırırsın..öhöm
  
  * Karda yerler buzlanıp adamı düşürebilir ama üstün sadece kar olur, çok küçük ihtimal bi yerin kırılır ama zor.
  * Yağmurda yerler kayganlaşıp adamı düşürebilir ama üstün ıslanır, çamur olur kirlenirsin. Bi yerini kırma ihtimalin ise aynı.
  
  * Yağmur ortalık malıdır. Yağmur diye kız ismi vardır. İnternet kafe, kasap gibi yerler bile kullanır yağmuru.
  * Ama kar öyle değildir; tek'dir, eşsizdir. Kar diye bi kız yoktur, "kar kasap" ya da "kar internet c@fe" gibi yerler de yoktur (bu nasıl bir argümandır çözemedim ama olsun).
  
   Özetlemek gerekirse kar bin basar yağmura.
   Bunu yazarken de bunu dinliyorduk:

1 Kas 2010

Fallara Fısıldayan Kovboy

    Geçtiğimiz hafta sizlere fal maceralarımı anlatmıştım ve tepki olarak artık fal bakmaya karar verdim. İlk kurbanım da pek sevgili Ezgi arkadaşım ve falı oldu. Hayatımda ilk kez baktığım falda inanılmaz şeyler gördüm dostlarım. Falcılık mesleğine olan saygımdan dolayı sadece bir tanesini açıklayacağım. Ahanca akılalmaz fal:
kırmızı oklarla görülen cisim nedir biliyor musunuz?
    aha işte cevabı:
wall-e malı
    Kızın falında wall-e çıktı canlarım, inanılır gibi değil. Fal tarihinde bir ilki gerçekleştirdiğim için çok gururluyum.

31 Eki 2010

Kimse Okuyacak Mı Ki Bunu ? (Lan)


    Gözümü açtığımda çok dağınık bir ortamdaydım ve yattığım yer inanılmaz sertti ama bunları düşünecek durumda değildim zira dünya 50x zumlu görünüyordu gözüme. Çok kısa bir süre sonra da yer sarsılmaya başladı zaten. Yer gök titriyordu adeta ve ben can havliyle bağırmaya başladım:
    - Deprem oluyor laaaaan!!
    - Bağırma lan bi şey olmuyor!
Sesin geldiği yöne kafamı çevirir çevirmez bir şeylerin değil her şeyin ters gittiğini anladım. Kalemliğim benimle konuşuyordu:
    - Ne bağırıyorsun oğlum, sahip hazırlanıyor sessiz ol.
    - Bana mı dedin?
    - Sana dedim lan tabi, sahibin gözdesiyim diye artizlenme.
   "Sahip" kelimesine takıldım, "acaba rüyadayım da gladyatör yerine saçma sapan bir eşya mıyım ben, bir de sahibim var" diye düşündüm. Bir yandan da kendimi merak ediyordum. Sahibin gözdesiymişim. Sahip kim bu arada.
     Ben bunları düşünürken kalemlik ve diğer meraklı eşyalar birden sus pus oldu, ortalık karardı arkamdan bir güç beni yerimden kaldırdı.
    - Gel bakalım buraya "canavar".
    - Baş üstüne sahip.
    Ağzımdan istem dışı çıkan kelimeler beni hayrete düşürüyordu ama her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki artık kendimi salmış öyle mal mal etrafa bakınıyordum.
  Yakışıklı sahip beni eline almış bi taraflarımla oynuyor, kolumu bacağımı çekiştiriyor adeta bana ayar çekiyordu. Her şey tamam olunca da beni kafasından geçirerek kulaklarına taktı.
    Meğer kulaklıkmışım ben. Aynada da gördüm kendimi. Şöyle bir şeyim: aha
   Bundan sonrasını hatırlamıyorum, hayvan gibi ses verdiğim için bayılmışım. Gözümü açtığımda sahip beni siyah koruma kabına koydu sonra da çantasına yerleştirdi.
    Artık korkum geçmişti. Hatta gururluydum, sahibin gözdesiydim. Bana isim bile takmıştı; "canavar". Çocuğa anası babası kedi köpek almamış o yüzden eşyalarına isim koyuyormuş. Sorunlu bir sahip ama sevdim ben onu. Hem beni koruyor, hep çantasındayım yanından ayırmıyor beni. Ben de işimi çok iyi yapıyorum.
    Neler oluyor yearabbim şu hayatta.
    

26 Eki 2010

Kahve Falında Yaşayan Kız

    Pek sevgili arkadaşım Ece geçtiğimiz haftalarda aylar yıllar sonra kahve falıma baktı. Aslında neler çıkacağını gayet iyi biliyordum. Bir kere bir tane kız çıkacak. Nereden mi biliyorum? Yıllardır var o kız orada çünkü! Bazen kafasına altın bir halka takıp melek oluyor bazen de telvetonik bir dağın tepesinde oturmuş beni bekliyor. Ben de ona atımla ulaşacağım. İnanmadım baktım, gerçekten de bir at kafası var falımda. Ve at dört nala koşuyor -gerçi atın sadece kafası görünüyor bacakları değil ama büyük ihtimal falcı at bilgisine dayanarak söylüyor bunu. Bu arada at murat demekmiş, erecekmişim muradıma. Muradım da neyse artık onu da söyleyin tam olsun yani. Burada da tek sorun fal evreninin anlaşılması zor zaman kavramı; "3 vakte" denilen şey bazen 3 yıl oluyor bazen de 3 on yıl oluyor. Sağı solu belli değil açıkçası.
    Kızımıza geri dönelim. Çok ilginçtir ki genelde bu kız sarışın! İlk başlarda verdiğim "obaa, heyooo, süper, eheh eheh" gibi saf tepkilerim zamanla yerini şüphelere bıraktı. "Bir de ben bakayım şu kıza" dedim ve gördüğüm tek şey iki beyaz nokta (gözler) ve altında bir beyaz çizgi (ağız) bazen de tepede beyaz bir çember (meleklerin 7/24 kafalarına taktıkları altın halka olsa gerek, her gün melek görüyoruz ya oradan).
    -Nasıl sarışın lan bu?
    40 saniye sonra;
    -Bir dakika, nasıl bir kız lan bu?
   Falcı kişisinin meslek sırrı olsa gerek. Falcı dediğim de hala, yenge, kuzen, yakın arkadaş ve türevleri; ne sandınız, meşhur falcı Hamiyet abla mı.
    Bence bu kız gerizekalı. Yani yıllardır ne bekliyorsun beni, git başkasına bekleme işte gönlüm yok sende belli ki. Ya da seviyorsan gel konuş bence. Falımda ikamet ettiğine göre beni tanıyorsun ama ben seni tanımıyorum, tanısam konuşacağım. Acaba diyorum ilkokulda sene sonu müsameresinde dans etmeyi reddettiğim kız intikam için mi bekliyor yıllardır.
    Fal bakma seansının en son aşamasında da bir dilek tutuyorum. "N'olur Arsenal'de oynayayım, bi kereliğine Aragorn olayım" gibi ultra fantastik dileklerimin gerçekleşmesi ise sadece tabakta birikenlerin fincana dökülmesine bağlı. Yani hızlı dökülürse dileğim hemencecik gerçekleşecek, yavaş dökülürse biraz beklemem gerekecekmiş. Polyanna bakıyor sanki falıma illa gerçekleşecek dileğim.
    Bekliyoruz biz de.

21 Eki 2010

Ben, Sen ve Onlar

    Hepimizin güvenlik kalkanları devrede. Beynimizde görünmeyen bir kalkan bu. Karşımızdakini dinler gibi yapıyoruz hatta dinliyoruz baya baya ama dinlediğimiz şeyler, düşünceler, tasarılar, yorumlar, istekler bizim güvenlik kalkanımıza çarpıyor ve geri dönüyor. Girmiyor yani beynimize bir şey. Bu yüzden de anlamıyoruz, üstünde durmuyoruz ve tartışmalarımız sorunlarımız uzayıp duruyor. 

    Bu konuda iki çeşit insan var; biri tartışmalarda karşı olduğu düşüncelere acımasızca saldırıyor, inatçı çocuklar gibi diretiyor, bağırıyor çağırıyor. Görüyoruz televizyonlarda ama burada bir parantez açmak gerekirse; televizyondakileri göz ardı edebiliriz çünkü onlar reytingleri düşünüyorlar realite şov tadında olsun istiyorlar bu yüzden bağırış çağırış. Gelişmiş ülkelerde bile rastlayabiliriz buna. Her neyse, ama bu birinci tür insanı günlük yaşantımızda sık sık gözlemleyebiliriz. Tabi ki de bu yanlış. Ortada bir saygı olmalı vesaire vesaire herkes biliyor zaten nezaket kurallarını ama "sözde".

    İkinci çeşit insan ise daha çok okumuş görmüş geçirmiş tabakada gözlemlenen bir tür. Bunlar dinlemeyi biliyor, sessizce sırasını bekliyor, hatta arada bir "evet bu konuda haklısın" gibi sözler de söyleyebiliyorlar. Amma lakin bunların da güvenlik kalkanları devrede. Yüzlerde ciddi bir "seni dinliyorum evet" ifadesi ama akıldan geçenler şöyle; "istediğin kadar konuş, kanıt sun, mantıklı ol beni ikna e-de-mez-sin!! Çünkü benim dediğim benim bildiklerim doğru". Artık refleks olmuştur bu düşünmeye bile kalmadan güvenlik kalkanları devreye girer. Mesela üniversite ortamlarında görebiliriz böyleleri. Ortamı uzaktan seyretsen "ne kadar da güzel tartışıyorlar, birbirlerini düzeltiyorlar, doğru yorumu buluyorlar" ama içinde olursan anlayacaksın ki öyle bir şey yok. Bunun farkına varmak da tam bir heves kırıcı.

    Dünyanın en çok genelleme yapan insanı olarak diyorum ki hepimiz ya birincisi ya da ikincisindeniz. Başka bir yol mümkün değil. Çünkü uygun bir ortamdan yetişip gelmiyoruz. Eğitimimizin ilk yıllarından itibaren sorgulamayı bilmeden, sorgulamanın günah olduğuna inandırılan, sadece yazılanları anlatılanları beynimize işlemek zorunda olduğumuz bir süreçten çıkıp geliyoruz. Bazılarının en basit hatalarında dahi sesimizi çıkartamıyoruz "şurayı yanlış gösterdiniz" diyemiyoruz.Çünkü en baştan cesaretimiz, özgüvenimiz kırılıyor. Söz hakkı tanınmıyor, böyle bir şans bulduğumuzda ise yalnızca "onların" gönüllerini okşayan şeylerle sınırlandırılıp öyle konuşabiliyoruz. Düşünmemiz ve anlamaya çalışmamız yasak. Zaten gerek de yok onlar bizim yerimize yapıyor bunları.

    Büyüyünce de onlar gibi oluyoruz...

11 Eki 2010

Yüzüklerin Efendisi'nin Bilinmeyenleri

   Yüzük kardeşliği'nde Bilbo Baggins'in Tolkien'ın Hobbit kitabından arakladığı trol masalını doğum günü partisinde artizlik olsun diye bebelere anlattığı sahneyi hatırlarsınız.

bilbo baggins yardırırken; yok taşa çevirdim falan
bebeler de saf saf dinliyor
yalnız bu velet çok tatlı, yerim yerim
    Aslında bu veletler Shire'dan değiller, hobbit de değiller. Kendileri Rohan bebeleri (şok şok şok) ! Bu arkadaşlar erasmus'la ilkokul ikiyi Shire'da okumaya gelmişler. Beleş doğum günü partisini de görünce atlamışlar hemen. Bakın kanıtlayayım: İşte İki Kule filminde Miğfer Dibi savaşı öncesi mağarada yaşananlar!!

annelerine dönmüşler ama memlekette savaş var.
masal dinlemeye benzemiyor di mi !!
erasmus'tan dönünce bi pasaklılık halleri tabi.
    "Sen kimi kandırıyorsun Peter Jackson" diye sorarlar adama. Yok lan sormazlar.

6 Eki 2010

Vay Anasını

    Pek sevgili Craig Parker , iki çift lafım var sana;

Önce burada gördüm seni ( spartacus )
Sonra da burada gördüm ( legend of the seeker )
Ama bu nasıl aklıma geldi bilemiyorum. Adam Haldir'miş lan, Ohaa ! ( lotr: two towers)

1 Eki 2010

Hafif dertli bir yazı ama çok değil

     Fransızcayı seviyorum ve ciddi bi şekilde öğrenmek istiyorum. Attığım adımlar güzel, heyecan verici (aylardır kursa gidiyoruz da) amma lakin yeterli değil. En önemlisi kendim ciddi bi efor sarfetmiyorum. Ders çalışmak yani. Tamam fransızca filmleri uzun uzun anlaya anlaya izlemeye çalışıyorum, "ne dedi lan" yöntemiyle dil eğitiminde çığırlar açıyorum, 2 saatlik filmi 3 günde bitirebiliyorum ama ders olarak şöyle açıp çalışmak çok uzun sürmüyor. Onun için Fransa'ya gideceğim anacım, başka yolu yok bu işin. Tarih olarak da bu ilk dönem biter bitmez. Tabi dertler bitmez bizde; para yok ! Kaç para lan hem bu Fransa işi onu bilmiyorum daha ama öğreneceğim bi kaç gün içinde. Zaten yeşil pasaportum var artıkın, o ülke benim bu ülke senin gezerim ama para yok! Söylemiştim zaten biliyoruz para yok ama dert etmeyin canlarım. Bakın ne buldum: Borç almak !! Valla parayı bulan adam iyi etmiş de borç almayı akıl eden herif daha hayırlı bir iş yapmış açıkçası. Bu yaşa gelmişsiniz biraz da geliriniz varsa ,gelir dediğin de burs kredi vs gibi şeyler ne geliri bekliyordun lan, gidin amcanıza dayınıza gayet soğukkanlı bi şekilde isteyin lan. N'olcek be ya (dürüyenin güğümleri her perşembe star'da, kaçırmayın). Öderiz bir gün yeaaaaa.
     Bir de taşıt pulu/sticker almak için ismimizi yazdık ettik ama herifler 375 tl istiyor lan! Tamam arz talep çiz iki tane; park yeri az talep çok diyince bi miktar çıkacak karşımıza da 375 tl ne bre allahsızlar (odtü rektörlük falan). Bizim okul fena para kırıyor hee; çatı diye bi yer var yemek yediğimiz, aylık kirası 70bin liraymış. 70 milyar eski tl lan, kaç tane dükkan var bilmem nesi var odtü'de. Düşün yani. Bir üniversitemi açsam ben de ne yeaaaa.
Nah !!
    Haydi biraz duygusal, romantik bi şeyler yazayım. Seks seks sekss seksss. Yok lan olmadı. Yazıyor ya hani bazı çok rt'li ünlüler, seks seks seks diye romantizm adına, kadın erkek ilişkileri adına. Ben de şansımı deneyeyim dedim belki ünlü olurum diye ama olmadı. 
    Şaka bi yana geçen sene beni baya etkileyen bir kız vardı. Bi dönem boyunca bütün bölüm seferber olup ölmüş ölmüş dirilmiştik ama her şey boşa gitmişti. Aradan aylar geçtikten sonra 2 gün önce kızcağızı önce uzaktan gördüm sonra bi bakmışım yanındayım kızın. Ortak bi arkadaşımız var da onun yanına gelince ben de kızın yanına gelmiş sayıldım. Kıza bi isim bulmak lazım erik gibi, ama erik patentli o yüzden kedi göz diyoruz kıza. Sonracığıma efendim ben, kedi göz ve ortak arkadaş konuşurkene kalbim nasıl küt küt attı bir bilseniz. "Vay anasını" dedim "sen neymişsin be kızım" dedim ve ellerim yine bomboş ortamı terkettim. İlginç yeeaaa.
Çok uzadı bu bi daha olmaz.

29 Eyl 2010

Talihsiz Serüvenler Dizisi

    6.sınıftaydım ya da orta 1 ama orta 1 demek daha güzel bence. Balıkesir'in "belalı" okullarından biri olarak gösterilen pek sevgili yeni okulumda bir öğle tatiliydi (nerden düştüysem anasını satıyım buraya) . Bir kaç arkadaşla beraber gayet çekişmeli, sonunda kesin dayak var tarzı bir maçı kale arkasından efendice izliyorduk. Arkasında olduğumuz kaleye zilin çalmasına saniyeler kala adeta son saniye üçlüğü gibi bir gol atıldı, top da kafa hizamda bana doğru geldiği için ben de topa kafa vurdum ve olanlar oldu.  Golü yiyen kaleci abimiz bana doğru hışımla yürüdü ve "napıyon lan senin yüzünden yenildik işte" diyip bana kafa attı. Durduğum yere baktım hala kale arkasındayım. Tabi kafayı yemeden önce bakmıştım ama değişen bir şey olmadı. Yedik işte kafayı. 
    Neden lan !?  

28 Eyl 2010

Küçük Bir Özet

    Sonunda pek sevgili okulum açıldı. Tatilin son haftalarına doğru "artık açılsın yeaaa" haykırışlarım yerini "ama anne yeaaa" çığlıklarına dönüştü. Nasıl bir güç varsa artık okulda kayıt dönemiyle birlikte daha ilk günden bütün enerjimi tüketti. Aslında durum o kadar vahim değil de ilk hafta ilk ders diye ders yapmamak pek yakışık değil bence. Gidiyoruz derse hoca syllabus (silibüs) dağıtıp gönderiyor, iki saat bekleyip diğer derse giriyoruz o da aynı. Online.metu diye sistem var  -ki hocalarımızın herhalde %20si falan kullanıyor- yükleyin oradan silibus'u derse başlayalım ondan sonra da dönemin son haftaları "konular yetişmedi" diye gereksiz bi ton şeyle uğraşmayalım. Şimdi diyeceksiniz dert ettiğin şeye bak ne güzel işte ders olmaması ama kendini en iyi üniversitelerden biri olarak gören hem de teknik bir üniversitenin böyle basit ve ciddiyetsiz başlamasını yakıştıramıyorum ben. 4 yıldır böyle yani.

    Her neyse, deniz olmasa da güzel bir yaz geçirdim. Kısaca bakacak olursak;
Tatile yakın Bolu gölcük'e gittik
göbeğimle çok çılgın bi karadeniz turu yaptık
Konya'ya gittik, pide yerken kudurduk
Unirock'ta 3 gün 3 gece çılgın konserler izledik
Yaz okulunda dersler rahattı da çok sıcaktı be 40°C lan
Dünya şampiyonasında gönüllü olduk
Bayramda da memlekete gidip yaylaya çıktık

17 Eyl 2010

Anlamadığım Şeyler Var

    Geçtiğimiz bayramının ilk günü sabahın köründe annem tarafından "kalk hadi memlekete gidiyoruz" diye uyandırıldım. Aniden karar vermişler gidelim diye. Annemin her beklenmedik uyandırışında savaş çıktı zanneden ben bu sefer de "ahan savaş çıktı kuzeydoğuya göçüyoruz" diyerek beklentileri bir kez daha boşa çıkarmadım. Kendime geldiğimde ise "lan o kadar sarma sardık onlar n'olcek" (dürüyenin güğümlerinin allah belasını versin) diye anneme sert çıkıştım ama her şey için çok geçti. Sonra işte gittik memlekete felan ne uzatıyorsam ben de. Her neyse, memlekette bi yaylamız var gayet güzel şirin ama yaylaya her gittiğimizde esrarengiz bir olay beni öyle düşündürür ki dostlarım sizlerle paylaşmam lazım.
   
    Şimdi yaylaya insanlar hayvanları doğru düzgün organik beslensin büyüsünler dana olsunlar diye yazın göçüyorlar. Şöyle ki, sabah erken saatte hayvanlar -inek diyelim kısaca- ahırlardan çıkartılıp dağa taşa bayıra gönderiliyorlar. Bu inekler toplanıyorlar gidiyorlar geziyorlar felan sonra topluca yaylaya dönüyorlar (bknz: foto 1). Ve bu inekler hangi ahırdan hangi evden çıktılarsa oranın kapısına gelip bekliyorlar. İşte gizem. Yok yani hiç şaşmıyorlar pat diye evin önündeler. Lan nasıl buluyorsunuz evi? Üşenmedim gözlemledim, ne evin bi tarafına işeyip kokularını bıraktılar ne de çakıyla bi taraflara iz bıraktılar. İşte dostlarım bu bayramda da aynı şeyleri görünce aklıma geldi. Belki bilen vardır hiç çekinmeyin söyleyin. Aha foto 1 , biz de arkasından kovalıyoruz inekleri.
foto 1



bakınız; yamuk

    Bitmedi dostlarım , anlamadığım başka şeyler de var mesela Garanti'nin "uh ah dev adam 12 dev adam" reklamı var şu bebeler basket oynuyor dev adamlar geliyor "verin la formaları" diyor , heh o işte. Benim anlamadığım kısım ise Kerem Gönlüm'ün kırmızı okla gösterdiğim kısmına n'olmuş, niye öyle yamuk duruyor ?





 

    Bir de garip bir rüyam var. Rüyamda Ömer Onan maçtan sonra röportaj veriyor ve ben de yanındayım. İşte kamerada Ömer Onan'ın arkasından görünüyorum, el sallıyorum tipik apaçi hareketleri. Ve Ömer Onan röportajda uğurundan bahsediyor. Uğuru küçük kahverengimsi bir kurbağa ama şöyle bir kurbağa baya zehirli ahanca da kaynak Zehirli ok kurbağası . Birincisi Ömer'in elinde niye bu kurbağa var ikincisi bu kurbağanın rüyamda ne işi var he bir de biliyorum zehirli olduğunu zamanında sunum yapmış anlatmıştım. Garip. İşte terbiyesiz yanda.

    Sizlere Uruguay milli takımıyla yaptığım Konya mevlana gezisi rüyasını da anlatacağım bir gün.






13 Eyl 2010

Ve Finalden Sonra

    Pek sevgili 12 Dev Adam, bu gece çok üzdünüz bizi çook. Biz sizden daha iyisini -altını- bekliyorduk ama kendimiz için değil. Vallahi bak. Çünkü siz altın madalyayı sonuna kadar hakediyordunuz. O altın gibi kalplerinizle, samimiyetinizle, sıcakkanlılığınızla, mütevaziliğinizle... Televizyondan izleyen herkes bunları diyor ama ben Ankara'da gönüllüyken sizlere daha yakın olduğum için daha fazlasını söyleyebilirim. Gözlerimle gördüm sizin ne kadar şeker insanlar olduğunuzu ve bugün maç sonu sizin o mahcup yüzlerinizle röportajlarınızı görünce içim burkuldu. Çok saçma olacak ama sanki emeğim varmış gibi sizi görünce garip bir duygusallığa bürünüp gözlerim yaşardı. E unutamadım tabi Hidayet'e uzaktan seslenince beni kıramayıp beni beklemesini, Ömer Onan'a "abi gel sen de fotoya" diyip aramıza almamızı, bizi kırmayışınızı, tişörtümdeki imzalarınızı... Bundan sonraki dünya şampiyonasında mezun olmuş hatta işi gücü olan biri olacağım (belki de çocuklarım olur lan, anlatırım işte bebişi uyuturken) yani böyle bir fırsat bir daha gelmeyecek. Bunun için de ayrı teşekkürler size.
   
    Aslında Sırbistan maçının heyecanı hala üstümde az gebermedim hakikaten dün, bir ömre bedel yani. Hala böyle şeyler  izlediğimde tüylerim diken diken oluyor. Daha ne olsun, süper heyecan yaşattınız bize.
   
    "Ülkeye yine basketbolu sevdirdiniz, sayenizde tek bi yürek olduk vs vs" bunlardan bahsetmeme gerek yok sanırım. Beceremiyorum zaten.
   
    Ne desek, ne yazsak boş be 12 Dev Adam. Milyonlarca teşekkür ediyorum size. Unutamayacağımız bir turnuva yaşattınız bize.
 
    Çok mu duygusal oldu lan !

12 Eyl 2010

Final öncesi

    Benim bir blogum var ve ben hayatımdaki en süper, en heyecanlı, en rüya gibi gecelerden birini yazmayacağım hee? Oldu canım. Onun için canlarım final maçına iki saatten az bir süre kala duygu ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmam lazım yoksa şuracıkta bi yerlerim şişer -diğer bir rivayete göre düşebilir de. Bu kadar gecikmemin sebebi ise bayram sabahı ani bir kararla memlekete gitmemiz ve bugün akşama doğru dönmemizdir.
    Her neyse efendim, dün gece daha maç başlamadan korku dolu anlar yaşamamız heyecanımızı iki katına çıkarmıştı zaten. Zira memlekette ntv yok ! Ama sonunda bir kahve bulduk ve çok şükür ki kahvede bizle birlikte sadece 5 kişi bağıra çağıra ortalığı yıkarak maçı izledik. Korkulan olmadı yani.
    Şimdi maçı anlatmaya gerek yok. Son saniyeler de elli kere öldük zaten. Şu an bile dün geceyle alakalı bir video izlediğimde tüylerim diken diken oluyor. Maç normal bir şekilde bitseydi bu kadar heyecan olmazdı da o son saniyelerin heyecanı -0.5 saniye ya- bizleri ayrı bir sevince boğdu. Bildiğin finale çıktık lan ! 2010 Dünya Basketbol Şampiyonasında final oynayacağız, rüya gibi valla. Finalde de abd'yi yeneriz biz bu güçlü savunmamızla. Hadi bakalım. İnşallah finalden sonra da süper bi yazı yazarım ama yenemezsek de sorun değil bence , daha ne yapsın 12 Dev Adam.
    Bir gün geçti üstünden hala söyleyecek söz bulamıyorum olaya bak.

4 Eyl 2010

Bu aralar

   Yine efendim bir blog'da mutlaka olması gereken yazılardan biriyle karşı karşıyayız. Bu yazımızın giriş bölümünü  " uzun zamandır blog'a yazmıyordum" veya "uzun zamandır yazmadığımı farkettim" veyahut " blog'u da çok boşladık be" tarzı cümleler oluşturur pek sevgili okuyucular. Ünlü olmama giden yolda benim de böyle bir yazıya ihtiyacım olduğunu anlamam ise pek uzun sürmedi. Lafı uzatmadan başlayayım.

   Uzun zamandır bloga yazı yazmayışımın sebebi önce hayvanlar gibi uyumam sonra ise dünya basketbol şampiyonası gönüllülük işi. Tamamen özentilik sonucu girdiğim bu yorucu iş efes world cup 9 ile başladı ve nihayet dün gece grupların son maçlarıyla son buldu. Şimdi buraya sayfalar dolusu artist yazılar yazardım ama kendimi tutuyorum ve sizlere bütün maçları (21 maç) bedavadan izlediğimi, bütün oyuncuları sürekli önümde gördüğümü, bazılarına ellediğimi (ellerine elledim elleştik gibi, çak yapmak gibi bazılarının sırtlarına da dokunmuş olabilirim- oha ne açıklama yaptım be) , bazılarından imza aldığımı, bazılarıyla fotoğraflar çekildiğimi, David Blatt'la el sıkıştığımı, Tanjevic'le gönüllü odasının tuvaletinde karşılaştığımı ayak üstü muhabbet ettiğimi, çok tatlı insanlarla tanışıp yeni arkadaşlıklar kurduğumu, vs vs anlatmayacağım. Ama gelin görün ki yorucuydu, bittiğine şükrediyorum dersem yalan söylemiş olmam.

   Şampiyona dışında ise hayatımda pek değişen bir şey yok. Bir kaç sürprizler ve ardından gelen hayalkırıklıkları, ufak tefek "keşke olmasaydı" hayıflanmaları gibi moral bozucu şeyler olsa da hayvan gibi uyuyan bedenim uyuşmuş olacak ki pek zararını görmedim bunların. Bir de pek sevgili dostumla aynı evde bir hafta "beleşe yaşama" projemizi gerçekleştirmiş olmak bizi sevindiren gelişmelerden biriydi.

   Şundan da bahsetmem gerekir ki insan böyle boş durunca aklına feci şeyler geliyor. Misal ben şuan kafamdan samimi olduğumu sandığım bir çok arkadaşımı sildim. Bildiğin adama kızgınım şuan -adamlar da diyebilirim. Nereden geliyor böyle şeyler anlamıyorum ama boşken en ufak şeyden nem kapıp olumsuz yargılara varabiliyorum. Pek hoşlandığım bir durum değil bu, buraya da yazarak biraz içimi dökmüş oldum ne kadar faydası olur görürüz ilerde.

   İlerde demişken okulun açılmasına kısa bir süre kaldı. Acayip sevinçliyim dostlarım. Yeter bu kadar boş ve dağınık durduğum, okul açıldığında sonunda bir düzene girmiş olacağım.

   Bir de müzik dinlemiyorum lan, özledim!

   Şarkı bitti dağılabilirsiniz.

20 Ağu 2010

Depresif İnsan

    Resimde de görüldüğü gibi hepimizin çevresinde bir veya iki arkadaşımız kafaları hep böyle ellerinin arasında asabi dengesiz triplerle dolaşmaktadır. Bunlar analarının karınlarından depresyonla doğmuş depresif arkadaşlarımızdır.Şimdi ben böyle depresif, mutsuz, suratı asık arkadaşlarımıza sayıp söveceğim sevgili arkadaşlarım.
    
    Bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde 23.yaşımı bitirdim. Devirdiğim 23 yılın içinde ergenlik çağındaki depresif dengesizliklerimi saymazsak depresif insanlara bir gıcığım arkadaş. Yani hiç mi güldüğün yok be adam senin, hiç mi bir şey seni  mutlu etmiyor heh ? Tamam anladık hayat bok, kötü, berbat hiç bir şey istediğin gibi gitmiyor ama sanki biz her gün evde partiler verip çılgınlarca eğleniyoruz, hayat bize süper değil mi! Burada parantez açayım: Depresif insanlardan bahsederken aslında ben hayatındaki olumsuzluklara karşı en ufak bir mücadeleden kaçan üşengeç bireyleri kastediyorum. Tamam insanın hayatında çok üzücü, yıkıcı şeyler olabilir ve insan depresyona girebilir. Bunlara lafım yok da. E be arkadaş sana n'oluyor, oturduğun yerden "okul bok abi yeaa". En ufak örnek işte, abi çalışmaz çabalamazsan bok tabi. Geçenlerde 43.kez "The Pursuit of Happyness" i izledim (siz de izleyin) , adam küçük çocuğuyla kalacak yer bulamadı da metronun tuvaletinde yattılar lan. Sonra adam kovaladı (pursuit) milyarder oldu işte. Bizim depresif arkadaşımız parmağını kımıldatmadan bir isyanlar bir şikayetlenmeler vs. Diğer taraftan da bu arkadaşların her şeye olumsuz yaklaşması, karamsarlıkları ayrı bir hüzün, hiç girmeyeyim bu konuya en iyisi.
   
    Efendim siz de takdir edersiniz ki hayat gerçekten zor ama bu zorluğa karşı mücadele etmeyen bununla da yetinmeyip bizim başımızın etini yiyen arkadaşlarımızın yaptıkları ayıp değil mi şimdi! Bizi de üzüyorlar yani, mesela ben mutsuz bir arkadaşımın yanında sus pus oluyorum, onu neşelendirmeyi falan beceremiyorum hadi neşelendirmeye çalış bir de azar işitme durumu var.Arkadaşıma olan sinirimle kalıyorum. İstiyorum ki çevremde herkes neşeli mutlu olsun, o zaman ben de mutlu olurum ama işte olmuyor her zaman. Olduğu kadar artık.

Mahalle

    Memurluğumun ilk yıllarıydı. Genç, enerjik ve hevesli bir çalışandım. Neredeyse yaptığım her şeyden zevk alıyordum. E tabi yeni bir sayfaydı o yıllar benim için. Aldığım maaşla da gayet iyi geçinebiliyordum, zaten pek lüksüm yoktu bir de yalnız yaşıyordum. İş yerinden bir tanıdığın tavsiyesiyle ne çok pahalı ne de pek bayağı olmayan bir mahalleden küçük bir ev tutmuştum. Mahalleyi babama benzetiyordum; kendisine karşı bir sıcaklık biraz da samimiyet duyuyor ama o bana pek merhametli ve yakın davranmıyor gibiydi. Yine babam gibi beni bir kenara da atmıyordu. Mahallece hemen kabul edilmiştim. Dar sokakları ve sıkışık iç içe girmiş evleriyle biraz da okuduğum öykülerdeki mahallelere benzetiyordum. Balkonlarda çamaşırlar, sokakta oynayan çocuklar , camdan cama birbirlerine dedikodular aktaran teyzeler... Herkes bir hikayenin kahramanları gibiydi burada. Özellikle çocuklar.
    Evim mahallenin biraz tepesindeydi. Biraz yokuş çıkmam gerekiyordu ve işten eve dönerken bu beni daha da yoruyordu. Eve geldiğim vakit hemen bir çay demliyor, üstümü değiştikten sonra balkonumda çay içiyordum. İki kişiyi taşıyıp taşıyamayacağına dair her gün kafama şüpheler sokan bu dar balkonda çay içmek de zevk aldığım diğer basit şeylerin arasındaydı. Zevk alıyordum almasına ama kendimi mutlu hissetmiyordum. Aşağıda oynayan çocukların mutluluklarını bile kıskanıyordum. Yaşları 6 ile 14 arasında olan mahallemizin çocukları, diğer mahalle çocuklarının aksine pek sessiz sakinlerdi. Kimse şikayetçi olmazdı onlardan, ne cam kırılırdı mahallemizde ne de başka çocukların kafaları.
    Yine bir gün mahallemizin çocuklarını izlerken , bir çocuk dikkatimi çekti. Onca mutlu çocuğun arasında somurtarak oturan biri, benim gibi kıskanç birinin gözünden kaçmasa gerek. Tahminimce yaşı 6-7 civarında olan bu mutsuz çocuk, sanki bir oyuncağını kaybetmiş gibi etrafına endişeli gözlerle bakıyor diğer çocukların neşesine aldırış etmiyordu. Derken çocuğun gözlerinde bir ışıltı yakaladım. Mahallenin aşağısına doğru heyecanla bakıyordu. Bir tereddüt içindeydi yine de, "o tarafa gitmeli miyim" diye düşünüyordu sanki. Yüzümü o yöne çevirdiğimde genç bir anne ile küçük kızını gördüm. Bizim mutsuz çocuğun -artık gözleri ışıl ışıldı- yanına geldiklerinde genç anne hem kızına hem de mutsuz çocuğa birer çikolata verdi ve onları orada bırakarak evine girdi. İkisi de çok mutluydu. Yarım kalan oyunlarına aralarına ayrılık girmemiş gibi kaldığı yerden devam ettiler. Bu beni çok şaşırtmıştı. "Aman Allah'm küçücükler daha, nasıl da yokluklarında üzülüyorlar" diye içimden geçirirken yan komşum balkonundan tiz bir sesle:
   "Görüyorsun değil mi bizim küçük hergeleleri nasıl da dostlar daha bu yaşta." diye laf attı.
    Kafamı evet manasında sağladım. Yan komşum hafif şişmanca dul bir kadındı. Ne zaman beni balkonda görse mutlaka bir şeyler söylerdi bana ama kadına karşı garip bir şekilde çekingendim. Bu sefer daha da sessizdim kendisine karşı. Küçücük çocuklar çok derinden etkilemişti beni. Adeta yalnızlığımı, mutsuzluğumu yüzüme vurmuşlardı. Küçük zevk saatimin içine etmişlerdi.
   O gece uyuyamamıştım. Küçük bir çocuktan dayak yemiş gibiydim.

14 Ağu 2010

Çok şükür lan

    "Turkcell süper lig artık başlıyor oh lan" diyebilmeyi çok isterdim ama ligin adı "spor toto süper lig" olduğu için maalesef diyemiyorum dostlarım. Gerçi bir hafta önce diyebilirdim aslında ama ne yapalım artık olan oldu. Toto ne lan ayrıca, ı ıh olmamış.
    Konumuz futbol anladığınız üzere. Ben bu blogu daha geniş kız kitlelerine ulaşmak için açmıştım ama tutamadım kendimi. Zira futbol önemli benim için.
    Neyse efendim, bu hafta sonu süper ligimiz ve ingiltere premier ligi başlıyor. Kendileri en çok önemsediğim ligler. Arada bir de ispanya ligine bakarım ama ingiltere kadar değil. Günlerdir bu anı bekliyordum desem yalan olmaz yani. Kuru kuru televizyon izlemekten sıkılmıştım valla.
   
   Tuttuğum iki takımdan başlayayım:
   Öncelikle Galatasaray. Buradan yetkililere sesleniyorum eğer bu senede orta sahada mustafa sarp- ayhan - barış gerizekalı üçlüsünü görürsem vallahi çok kötü olabilir. İzlemem diyemem ama çok pis küfür ederim bu ne be. Sonracığıma defansta ve kalede sorun var çok bariz, ne yapacağız bilemiyorum.
   Bu arada Beşiktaş'a iki çift lafım var. Oğlum o kadroyla avrupa liginde en az yarı finale çıkmanız lazım yoksa adam değilsiniz len. (konu futbol olunca ağzım nasıl da bozuluyor görüyor musunuz) Beşiktaşın kadro iyi ama hakikaten.
  
    İkinci tuttuğum takım ise Arsenal. Forvete Chamakh iyi gelir bence. Onların da kalecilerine güvenmiyorum ama geçen seneki gibi oynayıp chelsea, man utd'yi en azından evlerinde yenerlerse lig'de çok çılgın şeyler yapabilirler.
  
    Ağustos ayının diğer büyük olayı ise ülkemizde düzenlenecek olan Dünya Basketbol Şampiyonası. Şampiyona 28 Ağustos'ta başlayacak, Türk milli takımında bulunduğu C grubu maçları Ankara Arena'da oynanacak. Arena tek kelimeyle mükemmel. Ankara Arena'da benim de görev alacağım bu şampiyonayı dört gözle bekliyorum, bayağı güzel olacak inşallah. Detaylara buradan ulaşabilirsiniz http://turkey2010.fiba.com/tur
   Size görev yaptığım yerin manzarasını gösteriyim.

Kabusum oldun teyze

    O gün klimalı diye melih amcanın son model egosuna binmiştim. Zira bizim 2010 model emektarı kardeşim almıştı. Araba evin üç ferdi tarafından hunharca kullanıldığı için daha şimdiden emektarlık seviyesinde. Olsun alsın kardeşim, kendisi kraldır aslandır kaplandır (burada şair ötelere sesleniyor). Öte yandan dolmuşa binesim de yoktu, dışarısı 40 dereceyse dolmuşun içi 50-60 derece arasında seyreder buralarda. Neyse artık. Otobüste yer yer boşluklar var, çankaya teyzeleri amcaları doldurmuş otobüsü. Oturdum bir teyzenin yanına. Tabi içimden dualar ediyorum, yalvarıyorum yaradana "n'olur teyze bana bir şey sormasın etmesin" diye. Neyse ki bulaşmadı teyzecik meğerse kendini hazırlıyormuş ki elinde bir kaç torbayla bana doğru yaklaşan kadını görünce "kalk da evladım yer ver" diye cıyaklamayı andıran bir sesle beni anında uyardı. Birileri erken uyarı sistemi takmış teyzeye."e tamam buyrun kadın siz oturun" dememle birlikte otobüste garip bir hava esmeye başladı.
   
    Yer verdiğim kadın: sorunlusun herhalde oğlum. ne biçim konuşuyon öyle kadınlı felan terbiyesiz
    Ben: (gayet emin) olur mu efendim, bayan demedim çünki bayan baymaktan geliyor yani bayın altında kalan ama fiziki değil manevi olarak.odtülüyüm ben feminist arkadaşlarım öğretti bunları.
    Yer verdiğim kadın ve arkasındaki teyze ve önündeki iki amca: (hep bir ağızdan) o zaman bizden bir 3+1 ev kazandın, aferin sana yoldaş.
   
    Havadan konfetiler yağıyor, nereden çıktığını anlamadığım güzel hostes kızlar bana ikramlarda bulunuyor. Boynuma da asmasalar şu havai şeysini diyorum içimden bir yandan da. Bana evin anahtarını veriyorlar ama bu bizim arabanın anahtarı. N'oluyo lan!
    Burada bi bokların olduğunu anlıyorum ama tam çözemedim. Sonra aklıma yatmadan önceki çarkıfelek maceram, gorki'nin anasından okuduğum bir kaç sayfa geldi. Ama yine bir şeyler eksikti.
   Uyandım ki kafam yastığın altında kalmış, kolumla anlaşmışlar ve yer değiştirmişler. Kan ter içindeyim. Ah çankaya teyzeleri, kabusum oldunuz lan. Olan kafama oldu iyi mi.
    Sizlere Uruguay milli takımıyla yaptığım Konya mevlana gezisi rüyasını da anlatacağım bir gün.


9 Ağu 2010

çok sıcak oğlum

    Bu sıcakta blog açıyorsan git önce biraz sıcaklardan başla gibi bi his doğdu anında içime. Nasıl doğmasın ki, sıcaklar öyle işledi ki içime resmen mala bağladım. Durmadan acıkıyorum ama yemek yiyemiyorum sıcak diye, sürekli uykum var ama uyuyorum sıcak olsa da iki pencere kapı açınca püfür püfür olabiliyor evin içerisi büyüklerin "ceyran" diye tabir ettiği o süper güç sayesinde. Daha başka da bi bok yapamıyorum ne kitap okunuyor ne ders çalışılıyor - yaz okulum var da- ne de başka bişey. "Yeter Yıldırım Demirören yeter" sesleri nedense beynimden çıkmıyor sanki bütün bu sıcakların sebebi Yıldırım Demirörenmiş gibi. Tabi bu tarz şeylerin beynimde yer edinmesinin sebebi, beynimin haliyle erimiş olması. Hani dondurma bi erir ya özellikle kapta olanlar falan sonra buzluğa atarsın tekrar ve garip bi şekilde tekrar donar o dondurma, hah onun gibi oldu beynim. Çikolata ve çilek karıştı birbirine, kıvrımlar kayboldu garip mal bi şekil aldı anlayacağınız. Yaz okulum bitene kadar beyin sıvı halde olmasın diye kafamı buzluğa sokuyorum arada bir ama yukarıda bahsettiğim şekil meydana geliyor işte. Hiç yoktan iyidir yine, buna şükür.

Blogculuk

     Artık ben de blogumla karşınızdayım efendim. Bazılarınızın "artık mı? " dediğini duyar gibiyim ama durun. Hemen hatırlatayım bundan önceki blogum sayılmaz tamam mı, o "bi arkadaşa bakıp çıkacam" tarzı bi blogdu bu yüzden ömrü kısa sürdü. Ama şimdi daha iddialı, daha tecrübeli, daha görmüş geçirmiş, daha karizmatik biri var karşınızda, yakında benim de kitabım çıkacak ve ünlü olacağım, o derece yani. Her ne kadar blogculuktan kitapçılığa geçişin ön şartı "ünlü olmayı düşünmemek" olsa da ben bunu çaktırmadan yapacağım sevgili dostlarım.
    
    Şaka tabi lan diyerek gönüllere su serpiyim. Benden ne blog çıkar ne kitap azizim. Utana utana açtığım bol lan'lı bu blogum vatana millete hayırlı olsun. Şimdiden artizlik yapmayın, "lan" çok güzel bi kelimedir çevirmeye kalksan o büyüyü yakalayamazsın, yeri doldurulamaz süper bişi gibi ama çok da lazım değil gibi.