20 Ağu 2010

Depresif İnsan

    Resimde de görüldüğü gibi hepimizin çevresinde bir veya iki arkadaşımız kafaları hep böyle ellerinin arasında asabi dengesiz triplerle dolaşmaktadır. Bunlar analarının karınlarından depresyonla doğmuş depresif arkadaşlarımızdır.Şimdi ben böyle depresif, mutsuz, suratı asık arkadaşlarımıza sayıp söveceğim sevgili arkadaşlarım.
    
    Bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde 23.yaşımı bitirdim. Devirdiğim 23 yılın içinde ergenlik çağındaki depresif dengesizliklerimi saymazsak depresif insanlara bir gıcığım arkadaş. Yani hiç mi güldüğün yok be adam senin, hiç mi bir şey seni  mutlu etmiyor heh ? Tamam anladık hayat bok, kötü, berbat hiç bir şey istediğin gibi gitmiyor ama sanki biz her gün evde partiler verip çılgınlarca eğleniyoruz, hayat bize süper değil mi! Burada parantez açayım: Depresif insanlardan bahsederken aslında ben hayatındaki olumsuzluklara karşı en ufak bir mücadeleden kaçan üşengeç bireyleri kastediyorum. Tamam insanın hayatında çok üzücü, yıkıcı şeyler olabilir ve insan depresyona girebilir. Bunlara lafım yok da. E be arkadaş sana n'oluyor, oturduğun yerden "okul bok abi yeaa". En ufak örnek işte, abi çalışmaz çabalamazsan bok tabi. Geçenlerde 43.kez "The Pursuit of Happyness" i izledim (siz de izleyin) , adam küçük çocuğuyla kalacak yer bulamadı da metronun tuvaletinde yattılar lan. Sonra adam kovaladı (pursuit) milyarder oldu işte. Bizim depresif arkadaşımız parmağını kımıldatmadan bir isyanlar bir şikayetlenmeler vs. Diğer taraftan da bu arkadaşların her şeye olumsuz yaklaşması, karamsarlıkları ayrı bir hüzün, hiç girmeyeyim bu konuya en iyisi.
   
    Efendim siz de takdir edersiniz ki hayat gerçekten zor ama bu zorluğa karşı mücadele etmeyen bununla da yetinmeyip bizim başımızın etini yiyen arkadaşlarımızın yaptıkları ayıp değil mi şimdi! Bizi de üzüyorlar yani, mesela ben mutsuz bir arkadaşımın yanında sus pus oluyorum, onu neşelendirmeyi falan beceremiyorum hadi neşelendirmeye çalış bir de azar işitme durumu var.Arkadaşıma olan sinirimle kalıyorum. İstiyorum ki çevremde herkes neşeli mutlu olsun, o zaman ben de mutlu olurum ama işte olmuyor her zaman. Olduğu kadar artık.

Mahalle

    Memurluğumun ilk yıllarıydı. Genç, enerjik ve hevesli bir çalışandım. Neredeyse yaptığım her şeyden zevk alıyordum. E tabi yeni bir sayfaydı o yıllar benim için. Aldığım maaşla da gayet iyi geçinebiliyordum, zaten pek lüksüm yoktu bir de yalnız yaşıyordum. İş yerinden bir tanıdığın tavsiyesiyle ne çok pahalı ne de pek bayağı olmayan bir mahalleden küçük bir ev tutmuştum. Mahalleyi babama benzetiyordum; kendisine karşı bir sıcaklık biraz da samimiyet duyuyor ama o bana pek merhametli ve yakın davranmıyor gibiydi. Yine babam gibi beni bir kenara da atmıyordu. Mahallece hemen kabul edilmiştim. Dar sokakları ve sıkışık iç içe girmiş evleriyle biraz da okuduğum öykülerdeki mahallelere benzetiyordum. Balkonlarda çamaşırlar, sokakta oynayan çocuklar , camdan cama birbirlerine dedikodular aktaran teyzeler... Herkes bir hikayenin kahramanları gibiydi burada. Özellikle çocuklar.
    Evim mahallenin biraz tepesindeydi. Biraz yokuş çıkmam gerekiyordu ve işten eve dönerken bu beni daha da yoruyordu. Eve geldiğim vakit hemen bir çay demliyor, üstümü değiştikten sonra balkonumda çay içiyordum. İki kişiyi taşıyıp taşıyamayacağına dair her gün kafama şüpheler sokan bu dar balkonda çay içmek de zevk aldığım diğer basit şeylerin arasındaydı. Zevk alıyordum almasına ama kendimi mutlu hissetmiyordum. Aşağıda oynayan çocukların mutluluklarını bile kıskanıyordum. Yaşları 6 ile 14 arasında olan mahallemizin çocukları, diğer mahalle çocuklarının aksine pek sessiz sakinlerdi. Kimse şikayetçi olmazdı onlardan, ne cam kırılırdı mahallemizde ne de başka çocukların kafaları.
    Yine bir gün mahallemizin çocuklarını izlerken , bir çocuk dikkatimi çekti. Onca mutlu çocuğun arasında somurtarak oturan biri, benim gibi kıskanç birinin gözünden kaçmasa gerek. Tahminimce yaşı 6-7 civarında olan bu mutsuz çocuk, sanki bir oyuncağını kaybetmiş gibi etrafına endişeli gözlerle bakıyor diğer çocukların neşesine aldırış etmiyordu. Derken çocuğun gözlerinde bir ışıltı yakaladım. Mahallenin aşağısına doğru heyecanla bakıyordu. Bir tereddüt içindeydi yine de, "o tarafa gitmeli miyim" diye düşünüyordu sanki. Yüzümü o yöne çevirdiğimde genç bir anne ile küçük kızını gördüm. Bizim mutsuz çocuğun -artık gözleri ışıl ışıldı- yanına geldiklerinde genç anne hem kızına hem de mutsuz çocuğa birer çikolata verdi ve onları orada bırakarak evine girdi. İkisi de çok mutluydu. Yarım kalan oyunlarına aralarına ayrılık girmemiş gibi kaldığı yerden devam ettiler. Bu beni çok şaşırtmıştı. "Aman Allah'm küçücükler daha, nasıl da yokluklarında üzülüyorlar" diye içimden geçirirken yan komşum balkonundan tiz bir sesle:
   "Görüyorsun değil mi bizim küçük hergeleleri nasıl da dostlar daha bu yaşta." diye laf attı.
    Kafamı evet manasında sağladım. Yan komşum hafif şişmanca dul bir kadındı. Ne zaman beni balkonda görse mutlaka bir şeyler söylerdi bana ama kadına karşı garip bir şekilde çekingendim. Bu sefer daha da sessizdim kendisine karşı. Küçücük çocuklar çok derinden etkilemişti beni. Adeta yalnızlığımı, mutsuzluğumu yüzüme vurmuşlardı. Küçük zevk saatimin içine etmişlerdi.
   O gece uyuyamamıştım. Küçük bir çocuktan dayak yemiş gibiydim.

14 Ağu 2010

Çok şükür lan

    "Turkcell süper lig artık başlıyor oh lan" diyebilmeyi çok isterdim ama ligin adı "spor toto süper lig" olduğu için maalesef diyemiyorum dostlarım. Gerçi bir hafta önce diyebilirdim aslında ama ne yapalım artık olan oldu. Toto ne lan ayrıca, ı ıh olmamış.
    Konumuz futbol anladığınız üzere. Ben bu blogu daha geniş kız kitlelerine ulaşmak için açmıştım ama tutamadım kendimi. Zira futbol önemli benim için.
    Neyse efendim, bu hafta sonu süper ligimiz ve ingiltere premier ligi başlıyor. Kendileri en çok önemsediğim ligler. Arada bir de ispanya ligine bakarım ama ingiltere kadar değil. Günlerdir bu anı bekliyordum desem yalan olmaz yani. Kuru kuru televizyon izlemekten sıkılmıştım valla.
   
   Tuttuğum iki takımdan başlayayım:
   Öncelikle Galatasaray. Buradan yetkililere sesleniyorum eğer bu senede orta sahada mustafa sarp- ayhan - barış gerizekalı üçlüsünü görürsem vallahi çok kötü olabilir. İzlemem diyemem ama çok pis küfür ederim bu ne be. Sonracığıma defansta ve kalede sorun var çok bariz, ne yapacağız bilemiyorum.
   Bu arada Beşiktaş'a iki çift lafım var. Oğlum o kadroyla avrupa liginde en az yarı finale çıkmanız lazım yoksa adam değilsiniz len. (konu futbol olunca ağzım nasıl da bozuluyor görüyor musunuz) Beşiktaşın kadro iyi ama hakikaten.
  
    İkinci tuttuğum takım ise Arsenal. Forvete Chamakh iyi gelir bence. Onların da kalecilerine güvenmiyorum ama geçen seneki gibi oynayıp chelsea, man utd'yi en azından evlerinde yenerlerse lig'de çok çılgın şeyler yapabilirler.
  
    Ağustos ayının diğer büyük olayı ise ülkemizde düzenlenecek olan Dünya Basketbol Şampiyonası. Şampiyona 28 Ağustos'ta başlayacak, Türk milli takımında bulunduğu C grubu maçları Ankara Arena'da oynanacak. Arena tek kelimeyle mükemmel. Ankara Arena'da benim de görev alacağım bu şampiyonayı dört gözle bekliyorum, bayağı güzel olacak inşallah. Detaylara buradan ulaşabilirsiniz http://turkey2010.fiba.com/tur
   Size görev yaptığım yerin manzarasını gösteriyim.

Kabusum oldun teyze

    O gün klimalı diye melih amcanın son model egosuna binmiştim. Zira bizim 2010 model emektarı kardeşim almıştı. Araba evin üç ferdi tarafından hunharca kullanıldığı için daha şimdiden emektarlık seviyesinde. Olsun alsın kardeşim, kendisi kraldır aslandır kaplandır (burada şair ötelere sesleniyor). Öte yandan dolmuşa binesim de yoktu, dışarısı 40 dereceyse dolmuşun içi 50-60 derece arasında seyreder buralarda. Neyse artık. Otobüste yer yer boşluklar var, çankaya teyzeleri amcaları doldurmuş otobüsü. Oturdum bir teyzenin yanına. Tabi içimden dualar ediyorum, yalvarıyorum yaradana "n'olur teyze bana bir şey sormasın etmesin" diye. Neyse ki bulaşmadı teyzecik meğerse kendini hazırlıyormuş ki elinde bir kaç torbayla bana doğru yaklaşan kadını görünce "kalk da evladım yer ver" diye cıyaklamayı andıran bir sesle beni anında uyardı. Birileri erken uyarı sistemi takmış teyzeye."e tamam buyrun kadın siz oturun" dememle birlikte otobüste garip bir hava esmeye başladı.
   
    Yer verdiğim kadın: sorunlusun herhalde oğlum. ne biçim konuşuyon öyle kadınlı felan terbiyesiz
    Ben: (gayet emin) olur mu efendim, bayan demedim çünki bayan baymaktan geliyor yani bayın altında kalan ama fiziki değil manevi olarak.odtülüyüm ben feminist arkadaşlarım öğretti bunları.
    Yer verdiğim kadın ve arkasındaki teyze ve önündeki iki amca: (hep bir ağızdan) o zaman bizden bir 3+1 ev kazandın, aferin sana yoldaş.
   
    Havadan konfetiler yağıyor, nereden çıktığını anlamadığım güzel hostes kızlar bana ikramlarda bulunuyor. Boynuma da asmasalar şu havai şeysini diyorum içimden bir yandan da. Bana evin anahtarını veriyorlar ama bu bizim arabanın anahtarı. N'oluyo lan!
    Burada bi bokların olduğunu anlıyorum ama tam çözemedim. Sonra aklıma yatmadan önceki çarkıfelek maceram, gorki'nin anasından okuduğum bir kaç sayfa geldi. Ama yine bir şeyler eksikti.
   Uyandım ki kafam yastığın altında kalmış, kolumla anlaşmışlar ve yer değiştirmişler. Kan ter içindeyim. Ah çankaya teyzeleri, kabusum oldunuz lan. Olan kafama oldu iyi mi.
    Sizlere Uruguay milli takımıyla yaptığım Konya mevlana gezisi rüyasını da anlatacağım bir gün.


9 Ağu 2010

çok sıcak oğlum

    Bu sıcakta blog açıyorsan git önce biraz sıcaklardan başla gibi bi his doğdu anında içime. Nasıl doğmasın ki, sıcaklar öyle işledi ki içime resmen mala bağladım. Durmadan acıkıyorum ama yemek yiyemiyorum sıcak diye, sürekli uykum var ama uyuyorum sıcak olsa da iki pencere kapı açınca püfür püfür olabiliyor evin içerisi büyüklerin "ceyran" diye tabir ettiği o süper güç sayesinde. Daha başka da bi bok yapamıyorum ne kitap okunuyor ne ders çalışılıyor - yaz okulum var da- ne de başka bişey. "Yeter Yıldırım Demirören yeter" sesleri nedense beynimden çıkmıyor sanki bütün bu sıcakların sebebi Yıldırım Demirörenmiş gibi. Tabi bu tarz şeylerin beynimde yer edinmesinin sebebi, beynimin haliyle erimiş olması. Hani dondurma bi erir ya özellikle kapta olanlar falan sonra buzluğa atarsın tekrar ve garip bi şekilde tekrar donar o dondurma, hah onun gibi oldu beynim. Çikolata ve çilek karıştı birbirine, kıvrımlar kayboldu garip mal bi şekil aldı anlayacağınız. Yaz okulum bitene kadar beyin sıvı halde olmasın diye kafamı buzluğa sokuyorum arada bir ama yukarıda bahsettiğim şekil meydana geliyor işte. Hiç yoktan iyidir yine, buna şükür.

Blogculuk

     Artık ben de blogumla karşınızdayım efendim. Bazılarınızın "artık mı? " dediğini duyar gibiyim ama durun. Hemen hatırlatayım bundan önceki blogum sayılmaz tamam mı, o "bi arkadaşa bakıp çıkacam" tarzı bi blogdu bu yüzden ömrü kısa sürdü. Ama şimdi daha iddialı, daha tecrübeli, daha görmüş geçirmiş, daha karizmatik biri var karşınızda, yakında benim de kitabım çıkacak ve ünlü olacağım, o derece yani. Her ne kadar blogculuktan kitapçılığa geçişin ön şartı "ünlü olmayı düşünmemek" olsa da ben bunu çaktırmadan yapacağım sevgili dostlarım.
    
    Şaka tabi lan diyerek gönüllere su serpiyim. Benden ne blog çıkar ne kitap azizim. Utana utana açtığım bol lan'lı bu blogum vatana millete hayırlı olsun. Şimdiden artizlik yapmayın, "lan" çok güzel bi kelimedir çevirmeye kalksan o büyüyü yakalayamazsın, yeri doldurulamaz süper bişi gibi ama çok da lazım değil gibi.